34,5467$% 0.18
36,0147€% -0.62
43,3470£% -0.52
3.005,41%1,48
5.110,00%0,95
3405996฿%-0.59598
27 Ekim 2024 Pazar
Çeteler, devlet yetkilileriyle ve siyasilerle olan kirli ilşkiler.
Gazi meclisimize terörist başını getirip konuşturmak isteyen, terörist seviciler!
Karanlık cinayetler.
Polisimizi memurumuzu hedef alan kahrolasıcalar.
Devletimizin en mahrem yerlerine silahlı saldırılar.
Sahi ülkemizde ‘iktidar’ var mı!
Sorusu geliyor insanın aklına.
Yoksa sözde bir iktidar mı var.
Davul bunların boynunda tokmak kimlerin elinde!
Sözde iktidarın ve ana muhalefetin danışıklı dövüşmeleri.
Türkiye’nin dört bir yanında çalınan savaş tamtamları.
Hedefin Türkiye olduğuna işaret değil midir!
Herkesin gerçekleri iliklerine kadar bilmesi hissetmesine rağmen satılmışların sesinin duyuruluyor olması.
İyiye bir gidişatın olmadığının en bariz işaretleri değil mi?
Hangi taraftan tutsanız elinizde kalıyor.
Çok manidar.
***
Tabi ki büyük resmi de fark etmek lazım.
Neredeyse her on yılda bir ekonomik kriz yaşıyoruz.
Ülkemizin deprem gerçeğini de unutamıyoruz.
Daha bir kaç yıl önce alım gücümüz neredeyse iki kat daha yüksek idi.
Dövizin uçuşu cebimizi eritti bitirdi.
Peki döviz neden uçuyor?
Ekonomik bir önlem alamıyor muyuz?
Uzmanlar dövizin önlenemeyen yükselişini iki nedenle açıklıyor.
Birincisi ithalatın artıyor olması.
Sürekli yurtdışından alınan ürünler, yurt dışına ödeme yapmak için döviz ihtiyacını ortaya çıkartıyor. Bu sebeple döviz sürekli yükselen ivmeye sahip oluyor.
Öyle bir ithalat oluştu ki, ihracat yapmak için ihtiyaç duyulan hammadde veya yarı mamulün % 82’si ithal ediliyor.
Şu deyişle ihracat için % 82’sini yurt dışından ithal ediyoruz. Biz üretimi tamamlayıp sevk edene dek döviz bir yükseliveriyor, bedavaya kürek çekmiş oluyoruz. Bu nedenle sattığımız paraya yeni ürünü yerine koyamıyoruz.
Bir de piyasalarda yükselen fiyatlar!
Önlem! İse en basit olarak şöyle tarif edilebilir.
Biz bir ürün yaptık bu ürünü paketleyecek ve satacağız. Ürünümüz salça olsun. Bunu teneke kutuya, plastik bidona cam şişeye koyabiliriz. Yerli imalat hangisi ise onu tercih etmeliyiz. Domatesi ektiğimiz tohumdan nakliyeye kadar yerlileşme hamlesi başlatmalıyız.
İkinci sebep ise çözüm önerimize ters hareket edilmesinden kaynaklanıyor. Milli kaynaklar kullanılmadığı için dışarıdan gerekli gereksiz ürünlerin ithal edilmesiyle oluyor.
İthalat için de para olmadığından dışarıya dövizle borçlanılıyor ve ödeme yapmak için de dövize ihtiyaç duyuluyor.
Para bulunamadığı zaman neredeyse her gün devalüasyona sebep oluyor.
Ayrıca HERGÜN 1 Mİlyar TL faiz ödeniyor.
Bir diğer konu ise israf.
Devlet kurumları lüks aracı geçtim uçak helikopter kiralıyor. Ödenen para bir yılda faize verilen kadar.
Tüyü bitmemiş yetimin hakkı yandaşa kılıfına da uydurup peşkeş çekiliyor.
Bahsettiğimiz konularda önlem alınması bir rahatlama ardından da borçsuz yaşama geçmeyi beraberinde getirecektir.
‘Kime ne diyorsun’ dediğinizi duyar gibiyim.
***
Çözümcül hareketler yapılmalı.
Sözde iktidar cumhur ittifakı görev süresince bunu başaramadı.
Başaracağı yola giriş bile yapamadı/yapmadı.
Görüyor ve yaşıyorsunuz liyakat sahibi olmadıkları yirmi küsür yıldır aleni ortada.
Necmettin Erbakan Hocamız bunlara ‘yapamazsınız, getirip anahtarları bırakın’ demişti.
Hatta bin yıldır elde edilen ecdadın kazanımlarından da geriye gidildi.
Sözde iktidar cumhur ittifakı cehpesi yurtiçi ve yurtdışında bakarmısınız neleri mahvetti.
Sosyal dengeleri alt üst etti.
Adalete olan güveni zedeledi.
Teröristlerle masaya oturmaya kadar işi götürdü.
Yani acziyetini ortaya koydu.
Ülkeyi ve milleti borç batağına soktu.
Paramız Afrika ülkeleri para birimlerinden daha değersiz hale getirildi.
Devletin imkanlarını bir takım imtiyazlılarla kan emici faizcilerle yeni oluşturduğu zenginlerle paylaştılar.
Faturayı da milletin sırtına yük ettiler.
Ne at izi, ne it izi kaldı birbirine karışmayan!
Sivrisineklerle uğraşma devri çoktan bitti.
Artık bataklığı kurutmanın vakti geldi.
Stratejik ortağı, terörist besleyici AB-ABD ve israel olmayan, lideri BOP Eşbaşkanı olmayan!
Türkiye’de Yerli ve Milli bir iktidarın zamanı geldi.
Sizce de öyle değil mi?
Müslüman coğrafyalar olarak büyük bir imtihandan geçiyoruz.
Kurtuluş Savaşı sonrası 17 Milyon nüfus ve kırık dökük bir ülke olarak kalmıştı.
Türkiye!
22 Milyon km vatan toprağı yüzyıllar boyu erimiş/eritilmiş neticede topyekün büyük bir mücadele ile 784 Bin km toprak parçası Vatan edinilmişti.
Çeşitli anlaşmalarla bazen masada bazen savaşta yitirmişiz ecdat kazanımlarını.
Hiç unutmamışlar gayri müslimler kaybettiklerini elde etmek için hep fırsat kollamışlar.
Amaçları “öc almak” ve zarar vermek!
***
Selahaddin Eyyübi’ye mezarı başında hakaret etmiş işgalci Haçlı komutanları.
Sevr mağarasının adını taşıyan sevr anlaşması dayatılmış dedelerimize.
Yunan işgal edince Payitahtı Nilüfer Hatun’un kabrine gidip “nasılda yanlış yaptığını” haykırmış, Yunanlı komutan.
***
Mehmet Sağlam’dan dinlemişti Türkiye; “Bağdat işgal edilmiş anne” dediğimde annem “bizim Bağdat mı oğlum” dediğini.
“Haçlı Ordusu Kudüs’e girmiş her yere aygırlar gibi saldırıp işkence yapıp kan gözyaşı akıtırken açlıkla karşı karşıya kaldıklarında bir papaz; “Müslüman cesetlerinden getirin derilerini yüzüp tuzlayın ve pişirip yiyin” demesiyle azdıkça azan haçlıların zalimliği günümüzde de azalmadan devam etmektedir.
Bir diğer taraftan da Peygamberimizin (SAV) gözünün nuru Hz. Hüseyin (RA) ve ehl-i beytten 70 kişinin çoluk çocuk demeden katledildiği günlerde sanki tarih tekerrür etmişti.
***
Oysa, İslam Medeniyeti böyle yapmamıştı.
Macar bir tarihçiyi BBC Türkiye radyosu yayında iken dinlemiştim, “Türkler Macaristan’da 300 yıl kalmışlar ve topladıkları verginin iki katı imar yapmışlar” demişti.
Osmanlının hiç mi askeri, memuru, amiri Macaristan’da görev yapmadı yemekte mi yemedi?
Bu örnek gösteriyor ki Osmanlı fethettikleri yere medeniyet götürürken, batı/haçlılar/siyonistler kan, gözyaşı, ızdırap götürmüşler/götürmekteler.
***
Tarihin kırılma noktaları vardır.
Avrupa’nın en kilit noktası Viyana 1 Temmuz 1683 yılında ikinci kez kuşatılmıştı. Daha önce Kanuni tarafından 17 gün kuşatılmış olan Viyana ağır silahların getirilmemesi ve yaklaşan kış sebebiyle tekrar gelmek üzere sonlandırılmıştı. İkinci kuşatmayı 4. Mehmet/Avcı Mehmet gerçekleştiriyordu. Aslında Macarlar üzerine artan Alman zulmünü önlemek için oldukça kalabalık bir ordu ile Merzifonlu Kara Mustafa Paşa sefere çıkmış, epey ilerleyip önünde karşı koyacak güç kalmayınca, Merzifonlu ordusunun içerisindeki paşalarla istişaresinde fikrinin Viyana’ya yürümek olduğunu söylemişti. Paşalardan Kırımlı Murat Giray karşı fikir söylemiş, Kırımlı Paşaya Koca İbrahim Paşa’da katılmıştı. Diğer paşalar ise kesinlikle Viyana’nın kuşatılması için hem fikirdiler.
2. Viyana Kuşatma kararı 1 Temmuz 1683 günü verilmiş yola çıkılmıştı. Kısa geçelim Merzifonlu şehri kuşatmıştı, fakat tarihi bir kent olması nedeniyle şehre zarar vermek istemiyordu. Tatlı bir reçete ile Viyana’nın kendiliğinden teslim olması yönünde bazı uygulamalar yapmaya başlanmıştı. Diğer taraftan Haçlılar Tuna Nehri’nin karşı kıyısında toplanıyorlardı. Nehrin üzerindeki köprüden başka, şehre bir ulaşım yoktu. Köprüyü tutma görevi ise Kırımlı Murat Giray Paşaya aitti. Kırımlı Tatar Ağası, istişarede kendi fikri doğrultusunda hareket etmediği için Merzifonlu’ya bir ders verilmesi gerektiğini düşünüp adeta kendi sözünün dinlenmediği için başarılı olunmasını istemiyordu. Köprüden sivillerin bile geçmesine engel olacakken haçlı ordusunun köprüyü geçmesine müsaade etmişti. Haçlıların köprüyü geçmesiyle Osmanlı ordusu iki ateş arasında kalınca belki de Kırımlı hatasını anlamıştı, ancak iş işten geçmiş, büyük kayıplar verilmeye başlanmıştı. Merzifonlu kahramanca savaşırken, yine istişarede karşı görüş beyan eden Koca İbrahim Paşa verdiği emirle askerlerini savaştan men ediyordu. Bu iki ihanet sonrası Merzifonlu gönlü istemese de 12 Eylül’de toplanma merkezini belirleyerek, “herkes başının çaresine baksın” diyerek geri çekilme emri vermek zorunda kalmıştı.
Tarihin en önemli dönüm noktalarından biri belki de bu olaydır. Şayet iki paşa ihanet etmeseydi Allah bilir de en doğrusunu, geri çekilme neticesinde bütün Avrupa’nın Müslüman olması engellenmiş oldu. Bu olay Osmanlı’nın toprak kaybetmesinin de başlangıcı olmuştu.
***
Sonra!
Belgrad yakınlarında toplanmış Osmanlı Ordusu mahkemeyi kurmuş, İbrahim Paşa’nın idam kararı verilmişti. Merzifonlu’nun makamında gözü olanlar yaptıkları kulis çalışmalarıyla, büyük kahraman paşanın da idam fermanını padişahtan istemiş ve muvaffak olmuşlardı.
Merzifonlu’nun kesilen başı Edirne Sarayı önündeki Adalet Kulesi’nin yanındaki “ibret taşı” na konulmuştu. Ardından Osmanlı gerileme dönemi başlamıştı. Şayet iki paşa Merzifonluyu dinleyip emrine uysaydılar, Avrupa tamamıyla Müslüman olacak ve son 500 yıldır vefat eden hristiyanlar Müslüman olarak can vereceklerdi.
***
Osmanlı topraklarında günümüzde de ızdırap kan ve gözyaşı devam etmektedir. Zira Siyonistlere göre “Osmanlı bitirilmiş değil, durdurulmuş bir medeniyettir.” Durdurulmuş medeniyet olan Osmanlı’nın mirasçısı Türkiyemizin stratejik ortaklarını bir gözden geçirerek “nerede kalmıştık” diyerek tekrar aslına özüne kimliğine bürünmesi elzemdir/gereklidir.
***
Halkımız protesto ve boykot edebilir. Seçtiği yöneticiye hesap sorabilir. Hz. Ömer’e ‘yanlış yaparsan seni kılıcımızla doğrulturuz’ misali! Zira milletin gücü ancak buna yeter.
Yöneticilerimize daha büyük görev düşmektedir. Bir yönetici asla halktan birisi gibi davranamaz. Protesto miting boykot milletin görevidir. Bunları yapmak bir yöneticiye artı yazmaz. Onların imtihanları daha ağırdır. Amellerine göre büyük ecir veya büyük vebal kazanımları olur.
Allah muhafaza bir de müslümanlara zarar verenlerin menfaatine davranırsa vay o yöneticinin haline!
***
İlk olarak da sayın cumhurbaşkanımız Recep Tayyip Erdoğan’ın milletimize ağır gelen BOP Eşbaşkanlığı görevini bıraktığını açıklaması ve topyekün İslam Coğrafyası ile birlikte mücadele ruhunun milletimize aşılanmasıyla önce Ortadoğu’da akabinde tüm Müslüman Coğrafyalarda akan kan ve göz yaşının dinmesine vesile olunmalıdır.
Bütün İslam Âlemi O anı beklemektedir.
Bazı kimseler dünya mutlu olsun istemiyor!
Hatta huzuru bozmak, ifsad için efor harcıyor.
Savaş insanlara mutluluk getirmiyor aslında, ya mecbur kalınırsa!.
İnsan olmanın sorumlulukları var.
İyi insan olmak daha büyük sorumluluk gerektiriyor.
İyi insan, çevresindeki yanlışların doğruyla, kötülüklerin iyilikle, zararlıların faydalıya dönüşmesiyle, zulmün yok edilip adaletin tesis edilmesiyle vakit geçirendir.
Yeryüzünde Allah’ın sayılamayacak nimetlerinin israf edilmeden insanların sınırlı ihtiyaçları için adil paylaşımın sağlanacağı mekanizmanın kurulması şarttır.
Irkı, inancı ne olursa olsun bu senkronun insanlar arasında uygulanabilmesi huzur barış mutluluk için kaçınılmazdır.
***
Peki kavga nereden çıkıyor?
Senkron karşıtı a’senkron fikriyatından.
Hatta kavgayı çıkaranlar bir sistem uydurmuşlar.
Tez/Antitez=Sentez.
Bu ne mi demek?
Geçen gün yazmıştım.
Oluşturdukları sistemde bir tezleri var, tez tutmazsa antitezi devreye alıyorlar. Sentezde yani sonuçta hep kazananlar kendileri oluyor. Yani plan yapıyorlar, ama bir B planları hep var.
Bunu şöyle de açıklamıştım.
Satranç oyununda siyah taşlar da kazansa, beyaz renkliler de galip gelse kazanan kendileri olacak gibi oyunu kuruyorlar.
Siyaseti de boş bırakmıyorlar. Seçimleri sağ parti kazansa da, sol iktidar olsa bile hep kendi istedikleri oluyor. Kazanımları, ne kadar isterlerse o kadar oluyor. İstedikleri coğrafyada istedikleri değişiklikleri çıkarlarına uygun planlıyorlar.
Buna sömürü sistemi de diyebiliriz.
Çıkarlarını yani insanları sömürmeyi ise siyasetçilerle başarıyorlar. Mesela ekmek kaç paraya satılacak, elektrik, akaryakıt fiyatı ne olacak siyasiler belirlemiyor mu?
Siyasilere o fiyatları dayatanlar sümürgenler!
***
Bir siyasetçi “Fas’tan Endonezya’ya kadar olan ülkelerin sınırları değişecek” demişti. Şimdi bu planlanan uygulanmıyor mu? Condoleezza Rice bu sözü söyleyendi. Bu sözler, 7 Ağustos 2003 yılında The Washington Post gazetesinde bir makalede yer almıştı.
Söylediği günden itibaren bahsedilen coğrafyadaki olayları bir düşünün!
Irak ile başlayan süreç, Mısır Libya Yemen Sudan ve bugün Suriye, Filistin Lübnan ile devam ediyor.
Suriye sınırımız bizim en geniş kara sınırımızı oluşturuyor. İster istemez konu bizi yakından ilgilendiriyor. Bu güne kadar bizim tarafımızdan konuyla ilgili yapılanlar hakkında bir çok cevabı verilmesi gereken soru var. Bu soruları Türkiye’de STK’lar artık seslerini yükselterek kendi aralarında konuşuyorlar. Biz şimdi konuşulan sorulardan ziyade, “sorunun temelini” ortaya koymak istiyoruz.
Bir başka sefer soruları dillendirip “STK’ların sesi” oluruz inşallah.
***
Sorunun çıkma sebebi aslında çok basit.
İnanış farklılığı!
Öncelikle biz müslümanlar tevhit inancına sahibiz. Hristiyan batı ise teslis inancına.
Bizim inancımıza göre insanlar doğduklarında günahsız ve Müslüman olarak dünyaya gelir. Batıya göre durum oldukça farklı.
Onların inanışına göre doğan çocuk günahkar olur, vaftiz edilmesi gerekir. Diğer bir farklılık ise biz Müslümanlara göre Allah’ın nimetleri sınırsız, kulların ihtiyaçları sayılı ve sınırlıdır.
Batı ise aynı fikirde değil. Batıya göre Allah’ın nimetleri sınırlı, kulların ihtiyaç ve istekleri sınırsızdır. Ve yeryüzünde nimetler günümüzdeki mevcutları kadardır. Bu nimetler bizim olsun tasarrufunu biz yapalım düşüncesindeler. Çünkü batılılar en çok ölümden, ikinci sırada aç kalmaktan korkuyor.
Şimdi bir örnek verelim.
Batılı Corc’a sorsak, evinin bahçesinde ağaç var mı?
-Var.
Ne ağacı diyelim, mesela elma ağacı olsun. Bu ağacın kaç tane yaprağı var hiç saydınız mı mister?
-Tabi ki saymadım neden sayacakmışım, cevabını duyar gibiyim. Peki mister Corc, geçen yıl bu elma ağacı burada mıydı?
-Yes.
Ağaçta kaç tane elma vardı?
–Saymadım.
Yaprak var mıydı?
–Vardı ama döküldü.
Yaa, demek yaprak vardı ve döküldü, bu yılki yapraklar ve elmalar başka yani!
Mister Corc, ömrün 150 yıl olsa, her gün bir tane dana yesen, yiyeceğin dana sayısı ne kadar olur? Hesap yapmaya başlayan Corc’a fırsat vermeden yeni soruyu yapıştıralım, “belirli bir sayı da olur değil mi” mister Corc! Afrika’da aslanların kovaladığı bir bufalo sürüsündeki sayıyı biliyor musun? Ben cevaplayayım mister, hem bahçendeki ağacının yaprak ve elma sayısından, hem de Afrika’da bir sürüde yaşayan bufalo nüfusundan bi habersin.
Hani Allah’ın nimetleri sınırlı idi?
Hatta ülkeler nüfuslarını dahi net sayamazlar! Doğum ve ölüm oranlarının ortalamasına göre bir sayı belirlerler. Dünya nüfusu da buna benzer bir hesaplamayla “tahmini” hesaplanır.
Mister, N’aberrr!
***
Yeryüzünde Allah’ın nimetlerini sen bu kafayla adil biçimde dağıtamazsın.
Bozgunculuk çıkartma otur oturduğun yere! Senin hakkına ne düşüyor ise hiç tereddüt etme biz sana hak ettiğini eksiksiz veririz.
Örnek mi istiyorsun?
Macar bir tarihçi der ki; “Osmanoğulları Macaristan’da kaldıkları üçyüz yılda topladıkları verginin iki katı kadar parayı sadece imara harcamışlar.”
Bak sana söylüyorum mister, yeryüzünde Allah’ın nimetleri asla sayamayacağın kadardır, ve de benim-senin ihtiyaçlarımız Allah’ı zor durumda bırakamaz…
Bu açıdan bakıldığında yeryüzünde bozgunculuk paylaşımdan veya batının paylaşmak istememesinden çıkıyor.
İnsanlık hep beraber topyekün herkesin hakkı için bir kıyama durmalı.
Kısaca yaşama hakkı, düşüncesinin serbest olma hakkı, neslin korunması hakkı, inancın korunması hakkı, varlıkların kazancının korunması hakkı olarak sayabiliriz.
Sanki bunun için mevcut oyunun kurucuları ve eksiksiz uygulayıcı uzantılarıyla siyonist terör örgütüyle mücadele gerekli.
İnsanlığın bu güruhtan kurtulması lazım!
Bireysel mücadele yeterli gelmiyor, hep birlikte bir mücadeleye ihtiyaç var.
Mutluluğu/huzuru bozmak isteyenlerle mücadelemiz/savaşımız, olur/olmalıdır.
Ardından…
Mücadele ile sınırlar; coğrafyada değil de, evrensel hak ve hukukta, adil paylaşımda çizilmeli.
*
Öncü olmak istiyorlar…
Öncelikli hissediyorlar kendilerini.
Madalyonun iki yüzünden bahsediyorlar.
Madalyon asılan/asılacak boyun ‘biziz’ diyorlar.
Dahası da var!
‘Yeryüzünde efendiler biziz, diğerleri ya kölemiz, ya da insan sınıfında bile değiller’ diyorlar.
Yaklaşık 7 bin yıldır hedefe ulaşmaya çalışıyorlar.
Yılda bir, yüz yılda bir toplantılar yapıp insanlığa sınırlar çiziyorlar.
Neredeyse bir asırdır.
Ya sınırlara uyacaksın, ya biz sınırlara uyanlarla devam edeceğiz edasındalar.
En azından soğuk savaş dönemini böyle geçirdiler.
Sona yaklaştıklarını düşündüklerinde değişim kelimesini telaffuz ediyorlar.
Şimdi ‘sınırları kaldıralım gerekli değil’ demeye başladılar.
Dünyanın yaşadığı buhranlı günlerde önce sağlık çalışanlarının evrensel olmasını dillendirdiler.
Ardından öğretim görevlilerinin, askerlerin, hatta siyasilerin evrenselleşmesini gündeme getirecekler.
Çıkarları için.
Bir bakmışsın Bıden Japonya’nın yönetimine talip olmuş!
Olur mu olur.
Oyun kuralını koyanlar ne derse o oluyor.
Bu iş nasıl oluyor!
Satranç oynar mısınız?
Siyah ve beyaz çeşitli şekillerde taşlar vardır.
Duruma göre bazen size bazen rakibinize düşebilir herhangi bir renk.
Satrançta siz veya rakibiniz kazanır oynadığınızda ya!
Oysa oyunun kurallarını öyle koyuyor, öyle oyuncularla oynuyorlar ki siyah taşlar da kazansa beyaz olanlar da, kazanan kendileri oluyor.
Hatırlayın!
ABD seçimlerinde yıllar önce Hüseyin Barac Obama ile Hillary Diane Rodham Clinton birbirlerine rakiptiler.
Yarışı Obama kazanmıştı. Hillary seçimlerden sonra Obama’nın kabinesinde görev yapmadı mı?
Tüm dünyada bu stratejiyi uyguluyorlar.
Obama kazanınca onlar, Hillary kazanınca yine onlar.
K a z a n ı y o r l a r.
Yani dostlar oyunun kuralları böyle!
Sağ partiye oy verince Chatham House, sol partiye oy verince yine Chatham House gücü elde ediyor.
Sadece bu kadar da değil!
B’nai B’rith, Bilderberg, Sanhedrin siyonist yapı ülkenizde söz sahibi oluveriyor.
Dolar yükselince kazanan bunlar. Faiz düşünce de kazanan yine bunlar. Kazananlar enflasyon düşmüş çıkmış olsa da ‘asla’ zarar etmiyorlar.
Darlıkta da bollukta da, kıtlıkta da!
Bildiğimiz kağıda karşılıksız olarak basılan yeşil dolarla, sarı ve beyaz bono ile, yani üç kağıt oyunuyla insanlara acı çektiriliyor.
Emekleri varlıkları gelecekleri üç kağıtla insanların ellerinden alınıyor.
Sizi gidi üç kağıtçılar sizi.
Biliyor musunuz?
Hangi ülkede konuşlanmışlarsa en fazla orasını sömürüyorlar.
Dünya ticaret hacmi 18,5 trilyon dolar civarında.
ABD adeta üsleri konumunda. ABD’ye yılda trilyon dolar sevilerinde faiz ödetiyorlar. Ülkede yüz Milyona yakın evsiz insan yaşıyor ve hala sömürü en üst seviyede devam ediyor.
Dünyamız bir belirsizlik içinde. Yaşantımız giderek zorlaşıyor.
Ancak planı yapan, oyun kuralını koyanlar için aynı şey söz konusu değil bence!
Bir umutla bazı kesimler dünya değişecek diyor.
Ne değişecek?
İnsanlık artık sömürülmeyecek mi?
Yıllardır sosyolizm başka, kapitalizm başka kanaldan insanları sömürüyordu.
1991’e kadar SSCB diye bir güç vardı. Sporcuları bile belirlenmiş plan dahilinde eğitiliyordu. Hitler Rusya’yı işgal için gitmişti. Sonra ne oldu? Almanya’nın yarısı Sovyet kontrolüne girdi. Berlin duvarı yıkılana dek süreç devam etti. Her şeye rağmen dünyanın son imparatorluğu SSCB dağılma sürecine girdi. O tarihe kadar çift kutuplu bir dünya vardı.
Yaklaşık 30 yıldır tek kutuplu dünyada yaşıyoruz.
Değişen nedir!
Sömürü devam edecekse! Tek kutuplu güç ABD olsa ne olur Çin olsa ne yazar?
Siyonizm felsefesi sürer!
Tez veya Antitez = Sentez devam eder.
Değişim buna denmez.
Devrim ve değişim siyonist yapının tamamının yeryüzünden silinmesi için insanlığın her platformda her türlü ve topyekün karşı koymasıyla gerçekleşebilir.
İşe çıban başından başlanmalı!
Mazlum coğrafyaların yanaklarından sevinç gözyaşları süzüldüğünde bir devrimden, değişimden bahsedebiliriz.
Kadın olsun erkek olsun işlemediği bir suçtan dolayı verilen her ceza zulümdür.
Haksız ceza; verileni mazlum, vereni ise zalim yapar.
Aynı zamanda suç işleyene de ceza verilmediği takdirde bu durumun tersi söz konusudur.
İki örnek için de ‘haksızlık karşısında susan dilsiz şeytandır’ sözünü unutmayalım.
Kendimize gelmeliyiz!
Biz kimiz ve ne yapmalıyız?
***
Eski Roma’da köleler aslanlara yem edilirken, bu olayı bir eğlenceye dönüştürmüş olanların ağzının payını aslanlara yem edilmek istenen Spartaküs isimli bir köle vermiş.
ABD’de zencilerin ayakta, beyazların oturarak araç yolculuğu yaptıkları günlerde zenci olduğu halde Rosa Parks ayağa kalkmayıp bu uygulamayı yerle bir etmiş.
İnsanların özgürleşmeye özlem duyduğu günlerde bir şeyler yapılmalı, ama bunu kim yapacak?
Biz ki bir çağ açıp Yeni çağı başlatan Sultan Fatih’in torunlarıyız. (Hala insanlar bu çağda yaşamakta.) Şayet Yeni bir çağ açılacak ise bizim kendimize gelmemizle olacaktır, kanımca.
***
Durdurulmuş Medeniyet olan Osmanlı coğrafyası Haim Nahoum planı ile parçalanıp bir birleriyle kırdırılmak suretiyle zayıf düşürülmeye çalışıldı ve bu plan islam coğrafyasına günümüzde de uygulanmakta.
Planın farkına varmalıyız.
Zira Putin’in “İsrail ve ABD ile müttefik olmayan Müslüman ülke var mı?” sorusundan bunu apaçık anlamaktayız ki; bu planı uygulayanlar uygulanmasından rahatsızlık duymayanlar maalesef halkı müslüman ülke yöneticileri.
Örnek mi! İşte binlerceden bir tanesi; ‘Libya Ramazan’da bombalanmaya devam edilsin’ diyen BM kararnamesine dönemin başbakanı Davutoğlu imza atmamış mıydı?
Bir diğer örnek ise;
İsrail’in Gazze’de yaptığı katliamlara hangi müslüman lider aynı şekilde karşılık verdi veya verme taraftarı!
***
Oysa bu coğrafyanın insanları olarak kim olduğumuzu anımsayabilsek dünyaya barış gelecek aslında.
Ecdadımız bunu geçmişte başarmış. Kullanım kılavuzumuza uygun davranmış.
‘İnanıyorsanız üstünsünüz’ düsturunu hiç hatırından çıkarmamış.
İnsanlık dünyayı kullanım kılavuzuna uygun kullanır hale gelince dünyamız ve insanoğlu garanti kapsamından da çıkmamış olacak elbet.
***
Bu irade Spartaküs’teki, Rosa Parks’taki kadar biz de yok mu?
Var tabi ki!
Hani bir kardeşimizin ayağına batan bir diken bizi rahatsız edecekti?
Hani bir vücudun uzuvları gibi olacaktık?
Hani Fırat kenarında bir kuzuyu kurt kaparsa sorumlusu biz olacaktıK?
Hani müslümanlar olarak bir duvarın tuğlaları gibiydik?
***
Ey insanlık! Ey inananlar, ayağa kalkın ve Spartaküs’ün yaptığını yapın!
Ayağa kalkmayın ve Rosa’nın yaptığını yapın.
Lakin ayağa kalkılması gerektiğinde kalkılmazsa, kalkılmaması gerektiğinde kalkılırsa değişen bir şey olmaz. Spartaküs, kalkılması gerektiğinde kalkmış, Rosa kalkılmaması gerektiğinde kalkmamış.
Biz de de dünyayı ‘eliyle gücü yeten eliyle düzeltmeli, diliyle yeten diliyle’ mücadele etmeli.
Eliyle düzeltecek olan diliyle düzetmeye çalıştığı müddetçe ancak egosunu tatmin eder başka da bir kazancı olmaz.
***
Sultan Abdülhamit Han’ın İngiltere ve Fransa’ya yazdığı başbakanlık arşivinde bulunan ültimatomlara ihtiyaç duyulan şu günlerde eliyle düzetme makamında buluna iktidarların diliyle düzetmeye çalışmasından vazgeçip, muktedir olması duasındayız.
Yok olunamıyorsa Spartaküs veya Rosa Parks gibiler beklenecektir.
İktidar olanların şanlı tarihimizden kendilerine bir ‘rol model’ bulmaları zor olmasa gerek!
Zira!
İnsanlık büyük bir özlem ve beklenti içerisinde?